Önemli Linkler

25.06.2012 Tarihli"Türkiye Gündemi"nde Yayınlanan Röportaj

Sayın İrbeç sizi özel hayatınızla birlikte çok yakından tanımak tanımak istiyoruz:

Tabi memnuniyetle çok teşekkür ederim Muzaffer hocam. Ben 1959 yılında Antalya’nın Kaş kazasının şirin bir nahiyesi olan Kalkan’ın Üzüm’lü köyünde doğdum. Tabii o bölgelerin hepsi Yörük’tür. Türkmen dediğimiz ama sunni Türkmen dediğimiz Yörüklerdir. Buraya aşağı yukarı 300-400 yıl önce bir göç dalgasıyla yerleşmişler. İlk konaklama yeri bizim ailenin Burdur olmuş. Biz 350 sene kadar geriye gidiyoruz, dedelerimizin isimlerinden oraya kadar ulaşabiliyoruz. Buradan sonra kalkanın Üzümlü köyüne yerleşmişler. Burada ilk başlarda hayvancılık daha sonra tarımla uğraşan bir aileden geliyorum. Bizim köyümüzde iki önemli aile var. Birisi Hacıveliler diğeri de Hacı Mustafa İrbeç’lerdir. Biz İrbeç’ler oluyoruz. İrbeç soy ismi önceleri ilbaş’mış. İlbaş ise Türkçede genellikle l’ler “r” olduğu için, İlbaş’ı İrbeş’e çevirmişler. Soy ismi kanunu sırasında da İrbeç olarak yazılmıştır.

 

 

Şimdi bizim aile ile Hacıveliler arasında evlilik bağı, çok sıkı bir akrabalık oluşmuştur. Hem Hacıveliler sülalesi hem de bizim sülale köyün en büyük ailesidir. Bizim sülalenin toplam sayısı 2000nin üstündedir. Tabi sadece bizim köye değil öbür köylere de gitmişler. Türkiye’de bizim soy isimden başka bir yerde soy ismi bulmak mümkün değildir. Çünkü 2000 kişi hep o bölgede kalmış. Böyle bir aile içerisinde, küçük yaşlarda orada turistlerin daha az geldiği bir dönemde, dünyayı çok merak ettiğim için çok soru sormaya başladım. İlk başta Türkçenin dışında insanlar nasıl konuşur? Nasıl düşünür? Nasıl yaşar? Şeklinde kafamda soru işaretleri oluşmuştu. Bunu bir şekilde icraata dönüştürmeyi düşündüm.
Ben küçük yaşlarımda daha fazla matematiğe düşkün birisiydim. Matematiği çok severdim. Matematik profesörü olmayı istiyordum. Matematik biliyorsunuz analitik düşünceyi beraberinde getiren bir sistemdir. Analitik düşünce her insanda da vardır. Ama analitik düşüncede çok soru sorma alışkanlığı da vardır. Ben çok soru sorduğum için bu alışkanlığım beni sosyal alanlara doğru kaydırdı. Lisan öğrenme merakı ile birlikte bu sefer dünyayı merak etmeye başladım. Aslında çok soru sormam dolayısıyla bir lisan beni tatmin etmemeye başladı. Şimdi ilk önce o bölgede Fransızca öğretiliyordu. Ben Fransızcaya 9-10 yaşlarında başladım. Baktım ki dünyada Fransızca anlayan insanların sayısı sınırlı, bende kendime bir soru daha sordum. Daha fazla dünyaya açılabilmek için hangi lisanı öğrenmem lazım. Dediler ki bana İngilizce öğrenmen lazım. Ben o günlerde Kalkan ve Kaş’a daha fazla İtalyanların geldiğini görünce peki İtalyanlarla nasıl konuşacağız dedim. Dediler ki onlar fazla lisan meraklısı değil, onlarla konuşabilmenin yolu İtalyanca öğrenmekten geçer. Ben bu sefer hem İngilizce, hem Fransızca, hem İtalyancaya başladım. Başladım ama bu arada alman turistlerin de o bölgeye gelip gittiğini görünce, ben bu sefer almanca öğrenmeye de başladım.
Çevrede konuşulan başka bir şey daha vardı. Ben küçük yaşlardan beri mütedeyyin bir aileden geldiğim için; namaz kılmak, oruç tutmak gibi vecibeleri bizim ailede çocuklara 6-7 yaşından öğretirler ve o yaştan itibaren de siz namaz kılarsınız oruç tutarsınız böyle bir mütedeyyin aileden geliyorum. Böyle olunca ben de, benim inancımı nasıl kendi dilimden anlayacağım diye bir soru sormaya başladım. Çevreden duyduğum kadarıyla Kuran-ı Kerim’de de her şey vardı. Kuran-ı Kerim’in dilini anlayınca her şeyi daha rahat anlarsınız biçiminde bir takım cevaplar gelmeye başladı. Cevaplar gelmeye başlayınca ben de o zaman şunu sormaya başladım ‘’Arapçayı nerde öğrenirim?’’. Dediler ki Arapçayı ya Kuran kursuna giderek öğreneceksin ya da imam hatip lisesine giderek öğreneceksin. Bunun başka yolu yok. Ben okulda başarılı bir şekilde grafik çiziyordum ve ileride Üniversite ye de gitme hedefimde olduğu için bu işi imam hatip lisesine giderek başarmanın daha doğru olacağını düşündüm ve imam hatip lisesi yatılı kısmına müracaat ettim. 1974-75 döneminde İzmir imam hatip lisesi yatılı kısmını kazandım ve böyle olunca 74-75 birinci sınıfı İzmir imam hatip lisesinde okumaya başladım.
Ben sosyal hayatta çok aktif birisiydim. Babam 1972 yılında bir trafik kazasında vefat etti. Onun için ailecek biz hep çalışarak ayaklarımız üzerinde durduk. Hiçbir dönemde başkasının yardımına ihtiyaç bırakmayacak bir çalışma sistemini belirledik. Örneğin ben yazın pamuk toplayarak okul harçlığımı çıkarıyordum. Pamuk toplama parası yetmediği için de garson olarak, otellerde çalışarak para kazanıyordum. 7 sene garsonluk yaptım liseyi bitirene kadar. Garson olarak hem Kaş hem de Kalkan’da çalıştım. Bu arada garsonluk yaptığım dönemde ayrıca 5 lisanı aynı anda öğreniyordum. Hem de çok iyi bir zaman yönetimini oluşturmaya çalışıyordum.
Örnek isterseniz; Kaş’ta çalışırken bir belediye başkanıyla yolda karşılaştığım zaman ben saatime bakıyordum. O zaman Sait Seyfi Delen adında belediye başkanı vardı ve kendisi çok da iyi tanıdığım birisidir. “Yusuf nasılsın konuşabilir miyiz?” dediği zaman saatime bakıyor ve 3 dakika veya en fazla 5 dk Konuşabiliriz diyordum. Hatta Kaş’ta iken 1976 yılında o dönemin Adalet Bakanı müsteşarı gelmiş ve beni tanıştırmak istemişler. 5 lisan konuştuğumu duyduğu için merak etmiş. Ben orada bir arkadaşın dükkânının önünde bana el işareti yaptılar ve dediler ki, bu müsteşar seninle tanışmak istiyor. Ben saatime baktım dedim ki; yarın saat 11.15 de görüşebiliriz dedim. Çünkü o dönemde beni ‘’kim müsteşardır?’’, ‘’kim bakandır?’’ ilgilendirmiyordu. Beni ilgilendiren bir şey vardı, o da zamana hükmetmek ve o dönemde yapılması gereken en iyi şeyleri yapmak. Ben yine köyde büyüdüğüm için ve o dönemde öğretmen de olmadığı için bahçeye büyük bir ayna koydum. Kulaklarımı kapatıp, sesimi dinleyebiliyor, aynada kendimi gördüğüm zaman da kendi hareketlerimi kontrol edebiliyordum. Böylece öğretmen eksikliğini tamamlamaya çalışıyordum. Fakat gelen geçen, beni gören; bu çocuk uzun vade de şizofren olabilir, sıkıntılı bir döneme girebilir, bu çocuk hiç kimsenin yapmadığı bir şey yapıyor, herhalde bir sıkıntısı var gibi insanların dedikoduları oluyordu. Ben onlara hiç aldırış etmiyordum. Çünkü benim hedefim dedikodularla değil, benim hedefim çizdiğim yolda en iyi nasıl yürüyebilirdim. Onun için de Kaş’ta o hareketim de ondan kaynaklanıyor. Yani bir kişinin müsteşar olması, bir kişinin bakan olması veya başka bir şey olması beni birinci derecede ilgilendirmiyor. Birinci derecede o kişiyle, hangi seviyede olursa olsun irtibat kurmanın anlamlı olması gerektiği üzerinde duruyordum. Benim odak noktalarım bunlardı.
1975 yılında Kaş’ta çalışırken herkes bana ‘’tercüman’’ ismini takmıştı. Tercüman ismiyle beni çağırıyorlardı çünkü bütün turistlerin lisanlarını anlayabilecek bir konumda görüyorlardı. Bir gün bir aile Viyana’dan Kaş’a geldi. Bu Viyana’dan gelen aile kamp yeri soruyordu. Fakat Almanca bilenler az sayıda olduğu için kimseyle konuşma fırsatı bulamamışlar ve beni çağırdılar. Ben de bu aileye dedim ki Kamp yeri 500 metre ilerde orada kamp kurabilirsiniz. Daha sonra bu aile kamp yerini bulamayınca tekrar bana geldi.
Hayatta tesadüf yoktur, hayatta tevafuk denen bir olay vardır. Allah size bir kader çizmiştir. O kaderi siz çalışmanızla elde edersiniz. Çalışmazsanız farklı bir kader çizginiz, çalışırsanız farklı bir kader çizginiz olur. Sizi yaradan sizi sizden daha iyi tanıdığı için kimin ne kadar çalışacağını kimin ne zaman ne işi yapacağını o bilir. Ona göre de insanların kaderi bu şekilde çizilmiştir. Ben burada çalışırken bu aile gelince benim 5 lisan öğrendiğimi de görünce merak ettiler. Bende onları kamp yerine tekrar götürdüm ‘’Burada kamp yapabilirsiniz’’ dedim. Onlar bana dediler ki ‘’bir lokantada yemek yiyebilir miyiz?’’. Ben de ‘’benim lokantamda yemek yiyebilirsiniz ama başka bir lokantada daha iyi yemek yiyebilirsiniz, benim lokantamın çayları güzeldir’’ dedim. Siz öbür lokantada yemek yiyin, benim lokantama çay içmeye gelin. Dediler ki yok biz sizin lokantaya geleceğiz, sizinle konuşmak istiyoruz. Neyse benim çalıştığım lokantaya geldiler ve akşam saat 20.30 da benimle konuşmak istediler. Bende onlara dedim ki 20.30 da konuşamam ben saat 23.30’a kadar çalışıyorum. Siz benimle konuşmak istiyorsanız, (çünkü aldığım parayı helal ettirmek istiyorum, o manada bir kelime söyledim) çalışırken konuşmam doğru olmaz saat 23.30 da gelirseniz gece görüşebiliriz size de bir çay ısmarlarım. 23.30’u bekledim gece geldiler. Daha sonra benim hayat hikâyemi merak ettiler. Siz bu yaşta bu kadar lisanı neden öğreniyorsunuz? Niye böyle bir gayret içerisindesiniz? Bende dedim ki dünyayı tanımak istiyorum. Müslüman bir aileden geliyorum ama dünyada bir barış ortamının olması için bu lisanlara ihtiyaç var. ‘’Sizi Viyana’ya davet etsek ne dersiniz?’’ dediler. Bende dedim, Viyana’ya davet edilecek seviyeye gelmedim çünkü para kazanmam lazım kimseye yük olmak istemiyorum o yüzden şimdi Viyana’ya davet etmeniz doğru olmaz. İlerde inşallah. Teşekkür ederim. Bunlar ısrar ettiler.
Ertesi gün beni kahvaltıya almak istediler. Ben onlara saat 08.00 de çalışmaya başlıyorum. Siz 07.30 da gelirseniz kahvaltı yapabilirim dedim. Sabah 07.30 da geldiler ve bana yine ısrar ettiler. Viyana’ya davet etmek için. Ben dedim olmaz. Sonra bana 1976 yazı için bilet gönderdiler. 6 haftalığına Viyana’ya davet ettiler. Daha sonra beni Türkiye ye geri gönderdiler. Benim hayatımın dönüm noktalarından bir tanesi budur. Viyana’ya gidince ve 5 lisanda konuşunca benim için Viyana belediye başkan yardımcısı Emart Busek’le konuşmuşlar. Daha sonra o Avusturya’nın başbakan yardımcısı olmuştu. Demişler ki; liseyi bitirince biz bu genci burada okutmak istiyoruz. Burs temin etmek istiyoruz. Ne yapabilirsiniz? Burs imkânlarını araştırmışlar. Bende 78 yılında imam hatip lisesini bitirdim fakat İzmir’de bitirmedim Tekirdağ da bitirdim. Bunun da sebebi var. Biz hep hayatımızda aktif olduk. 1975-76 dönemlerine girdiğimiz zaman yine ben imam hatip lisesinde soru sormaya başladım. Dedim ki; imam hatip liseleri üniversiteye girecek bir hakka sahip değiller, fark dersleri vermek zorundalar. Hal bu ki biz bütün dersleri görüyoruz. Bu böyle olamaz. Arkadaşlarla toplandık. Dedik ki; biz o zaman hakkımızı arayalım. 1976 yılında hatırlarsınız Türkiye çapında protesto gösterileri olmuştu imam hatip liselerinde. O protesto gösterilerinin İzmir kısmını biz organize ediyorduk. Bizler derslere girmedik. Derslere girmeyince, sayın Demirel’in partisinden ileri gelenlerinden bize haberler geliyordu sizin probleminizi çözeceğiz diye. Biz buna rağmen tatmin olmadık. Dedik ki; biz bu problem çözülünceye kadar derslere girmeyeceğiz. Sonra bizi ikna ettiler. Dediler ki; biz bu problemi çözeceğiz, siz derslerinize girin, bizde derslerimize girmeye başladık. Ama sessizce 1976-77 yazında İzmir’in imam hatip kısmını kapattılar. Başka türlü bir ceza veremediler ama bizi de çeşitler yerlere gönderdiler. Ben Tekirdağ’a gittim öbür arkadaşlarımızın bir kısmı Edirne’ye bir kısmı da başka yerlere gitti. Fakat 1977-78 döneminde ilk defa imam hatip liseleri çift diploma almaya başladı. Hem lise hem imam hatip lisesi diploması.
Aynı yaz yine beni Viyana’ya davet ettiler. Bu arada Türkiye de imtihanlara girdim. Başarılı oldum, iyi bir puan aldım. Arkasından da Viyana’da (Türkiye’de iyi bir puan almazsanız Viyana da bir üniversiteye giremiyordunuz. Öyle bir kural vardı.) iktisat üniversitesine kayıt oldum. Fakat bana dediler ki lisan kursuna gideceksiniz. Ben de lisan kursuna gitmem dedim. Bana 5-6 hafta vakit verin ben üniversite seviyesinde lisanı öğrenir size gelirim ve İmtihana girerim. Benimle almanca konuştular. Tatmin oldular. Bende 6 hafta içerisinde üniversite seviyesine geldim. Beni imtihan yaptılar. Bende 1. Sınıftan başladım ve 3 ay sonra başarılı olduğum için 1. Sınıfta çok fazla sertifika yaptım. Yani 4 ay içerisinde 5 sertifika yaptığımı hatırlıyorum. Ben 7 sömestrde bitirdim okulu. Okulun normal bitiriş süresi 12 sömestri. Böyle bir başarı grafiği oluşmuştu. Onun için dediler ki biz size yabancı öğrenciler başkanlığını teklif edelim. O dönemin yabancı öğrencilerine bakan rektör yardımcısıydı. Bende yabancı öğrenciler başkanı olarak 1979’un başında yabancı öğrenciler başkanı sıfatı ile öğrenciler birliğinde göreve başladım. Bu görevim 1987 yılının başına kadar devam etti. Aşağı yukarı 7 sene sürdü. Bu arada çok aktif bir öğrencilik hayatım oldu. Yine Mastırı ve doktorayı aynı üniversitede tamamladım, Doktorayı da mükemmel derece ile bitirdim. Böyle başarılı bir grafik çizince dünyadan sadece 12 öğrencinin alındığı Viyana Diplomat Akademisine müracaat ettim ve iyi bir derece ile Viyana Diplomat Akademisine 1984 yılında girdim. 1984-86 yılları arasında bu akademide okudum. Viyana’da doktora çalışmalarım da devam ediyordu ve beni Paris’e ‘’ école nationale d'administration (ena)’’ gönderdiler. Bu okul aşağı yukarı bizim Enderun misalidir, bütün devlet adamalarının yetiştiği “ena” denen okul orasıdır. Orada da bana staj yaptırdılar. Benim de Fransızcam iyiydi. Bu arada ben seçmeli ders olarak Rusça da öğrendim,. Rusçayı da belirli bir seviyeye getirdim. Tabi sosyal faaliyetler açısından Türkiye ile ilişkili faaliyetlerde yapıyordum.
Örnek olarak; Osmanlı Devletinin Viyana kuşatmasını yaptığı 1683-1983 yılları arasında (300 sene geçtiği için) 300. Yıl kutlamalarını farklı yapmaya çalıştılar. Bizde alternatif bir program hazırladık ve Türkiye’yi ön plana çıkarıcı bir planlama yaptık. O dönemde Türk dünyası Araştırmalar Vakfı Başkanı prof. Dr. Turan Yazgan’ı da davet etmiştik. Mustafa Erkal, Aydınlar Ocağı Başkanını da davet etmiştik. Yine bu ülkücü camiada öne çıkmış rahmetli Mehmet Eröz beyle, çok iyi bir diyaloğumuz olmuştu. Fakat o dönemde bir hastalık sebebiyle genç yaşta hayatını kaybetti.
Bu manada ülkücü camianın önde gelenlerini hem konferans verdirmek amacıyla hem de onlarla ilişkileri daha fazla geliştirmek amacıyla hem de Türkiye’den ülkücü arkadaşlarımıza burs bulabilmek amacıyla, bu ilişkileri hep sürdürdüm ve bu devam eden bir süreç oldu. 1983 yılında biz buraya İstanbul’a büyük bir heyet getirdik. O dönemde Ali Coşkun İstanbul sanayi odası yönetim kurulu üyesi, İbrahim Bodur meclis başkanıydı. Ali beyle birlikte İstanbul Sanayi Odasında bir program yaptığımızdan dolayı, onlarla da tanıştık. Daha sonrasında ki ilişkilerimiz yine devam etti. Dedi ki Türkiye ye gelirseniz çok iyi olur Odalar Birliğinde birlikte çalışırız. Dedim ki: önce Viyana da bir konferans düzenleyelim Türkiye yi tanıtmak için. Onlar viyana ya geldiler. Odalar Birliği Başkanı ile parlamentoda ve Viyana İktisat Üniversitesinde bir konferans düzenledik. O zaman odalar birliği yönetim kurulu üyeleriyle gelmişlerdi Viyana ya. Sonra beni Türkiye ye davet ettiler. Ben 1987 yılının başında Türkiye ye geldim. Odalar birliğinde çalışmaya başladım ve 1990 yılına kadar çalıştım. Özel kalemde çalıştım, danışmanlık yaptım. Bu arada doçentliğe de hazırlık yapıyordum tabii.
Bir gün rahmetli Prof. Dr. İhsan Doğramacı hoca ile karşılaştık. Beni tanıdı ve benimle Arapça konuştu. Seni Bilkent’e almak istiyorum dedi ve daha sonra 1990 yılının başında beni Bilkent’e aldı. Bilkent üniversitesine girdim ve aynı yıl doçent oldum. Ondan sonraki süreçte 8 sene Bilkent üniversitesinde çalıştım. 1994 yılının sonu 1995 yılının başında aşağı yukarı 34 yaşında profesör oldum. Bu arada Afyon Kocatepe üniversitesine İktisadi İdari Bilimler Fakültesinin daha kuvvetlenmesi için bir çalışma yapalım istedik. Bende Sayın Doğramacı’dan izin aldım. Kadromu 2 seneliğine Afyon Kocatepe Üniversitesine aldırdık. Orada bölüm kuruluşuna destek sağladım. 2 sene sonra Çankaya Üniversitesi, siz Viyana İktisat Üniversitesinde okuduğunuza göre (Uluslararası Ticaret Bölümü Türkiye de fazla yoktu.) bu bölümü en iyi kurabileceklerden bir tanesi olabilirsiniz. Bu bölümü üniversitemize kurun. Ben bu sefer 1998 yılında Çankaya Üniversitesine geldim ve o yıl bölümü kurduk. Daha sonra yine aynı yıl Beykent üniversitesinden dekanlık teklifi geldi. Ben de dedim ki, bir üniversiteye girdiğim zaman en az üç yıl kalmam lazım. Şimdi değil ama 3 sene sonra düşünebiliriz. 3 sene sonra bana Rektörlük teklifiyle geldiler ve Beykent üniversitesine geçtim. Beykent Üniversitesinde bütün görevleri tek tek aşarak çok kısa bir süre içerisinde rektör oldum. Türkiye ye dönüşümden 2007 yılı temmuz ayındaki seçimlere kadar olan 20 sene içerisinde 15 görev yapmıştım. Aşağı yukarı her görevde 1,5 sene bile kalmış değilim. Hatta bazen 3 görevi aynı anda yapmışım. 2007 yılında da neticede siyasete atılmış oldum.
Muzaffer Kılıç: Özel hayatınıza biraz daha girelim mi? Ne zaman evlendiniz, Mutfakta eşinize yardım ediyor musunuz?
Ben çok genç yaşlarda uzun dönemde nasıl bir aile kurmam gerekiyor? Nasıl bir sosyal hayatım olacak? Bunun planlamasını hep yapıyordum. Benim kararlarımdan bir tanesi şuydu: 15 -16 yaşlarımda viyana ya gittiğim zaman ben mutlaka bir Türk kızıyla evleneceğim ve muhafazakâr bir aile olmasını tercih edeceğim. Neticede doktorayı bitirdikten sonra evlenmek istiyordum.
1987 yılında Türkiye ye geldim. Doktoramda bitmişti. O dönemin odalar birliği başkanı Ali Coşkun beye de niyetimi söyledim. Ayrıca rahmetli Osman Şekerci diye bir arkadaşımızda vardı onlara da söyledik. Bize, sizinde tavsiye edebileceğiniz aile yapımıza uygun bir kişiyle evlilik hayatına nasıl geçebiliriz diye konuştuk. Eşim o dönemde Ali Coşkun’un fabrikasında planlama bölümünde çalışıyordu. Bana dediler ki size göre çok uygun bulduğumuz bir aday olabilir. Bizde Ali beyinde tavsiyesi ve kardeşinin organizesiyle bir görüşme yaptık. Görüşme sırasında bu bir kaderdir dedim. Ama benim olmaz olmazlarımdan bir tanesini size söylemek istiyorum. Bu konuda anlaşırsak gerisinde bir problem çıkacağını da zannetmiyorum. Ben hayatta 2 tane şeye önem veririm. Bunlardan bir tanesi hayatta kimsenin hakkını yememe konusunda gayretim çok olur. İkincisi de anne babayı kırmama konusunda. Benim babam küçük yaşlarda vefat etti. Annemi kırarsanız benim tercihim annemden yana olur. Ne olursa olsun sizin haklı veya haksız olduğunuza bakamam. Onun için annemi kırmayacak bir tutum benim için çok önemlidir. Bende sizin annenizi babanızı kırmamaya aynı ölçü içerisinde özen göstereceğim. Bu konuda anlaşırsak zaten diğer konular otomatik olarak kendiliğinden hallolur. Ve böylece bu işe başlayabiliriz dedik. Bu şekilde bir başlangıç oldu. Eşim annemin en sevdiği gelinlerinden bir tanesi oldu.
Sevgi karşılıklıdır. Siz o sevgiyi gösterirseniz, karşı tarafta o sevgiyi size zaten gösterir. 1988 yılının sonunda evlendik. Daha sonraki yıllarda yani tabii sosyal hayatın içerisindeyiz. Eşime dedim ki ( o zaman İstanbul da çalışıyordu.) Bizimde aile şirketimiz var hem aile şirketimize yardımcı olabilirsin hem de sosyal hayata daha fazla katkı sağlamak amacıyla İstanbul da ki işi bırakıp Ankara ya gelmek daha mantıklı olabilir. Ve daha sonra bizim aile şirketinde yardımcı olmaya başladı. Sosyal hayata ağırlık verdi. Eşim tezhip sanatına çok önem verir. 550 saatin üzerinde tezhip kursuna gitti. Şimdi tezhip yapıyor. Bunun dışında sosyal faaliyetlere katılıyoruz. Masa tenisi, yüzme, yürüyüş, kitaplar okuma… Vs. Yalnız zamanı çok iyi kullanmayı planlamayı hep ben yapmaya çalışmışımdır. Hatta ilk evlendiğimizde bize ziyarete gelecek ailelere ben telefon ediyordum. 8’i çeyrek geçe bekliyorum. Türkiye de alışkanlık değil hanım, 8 ile 9 arasında 8’den sonra gelin buyurun diyor. Şimdi hanım öyle bir sisteme alışkın olmadığı için bende yurt dışında da Türkiye de de öyleydi zamana çok dikkat ediyordum şimdi 8.15 gibi bir zaman vermek hanımın tuhafına gidiyordu bende diyordum ki bu tuhaf değil. Fakat sonra hanım bizi de alıştırdı. Yani artık ben 8.15 diyemiyordum 8 den sonra diyordum. 15’in üzerinde görev yapmamdan dolayı eve belki zaman ayırma konusunda kısıtlama oluyordu. Tabii ev işlerine elimden geldiği ölçüde yardımcı olmaya çalışıyorum. Sağ olsun hanımda bu konuda yardımcı oluyor anlayış gösteriyor.
Muzaffer Kılıç: Kaç çocuk var?
Çocuk yok. Biz büyük bir aileyiz.
Muzaffer Kılıç: Kaç kardeşsiniz?
Biz 7 kardeşiz. En küçükleri benim.
Muzaffer Kılıç: Eşiniz nereli?
Eşim İstanbul doğumlu. Bir dönem İstanbul da bulunmuşlar. Kayınpeder Kayserili, kayınvalide Çanakkale Biga. Kayınpederim Çanakkale de Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığı için aynı zamanda orada öğretmenlikte yaptığından dolayı oraya yerleşmişler. Nüfus kütükleri Çanakkale’de.
Muzaffer kılıç: Ülkücü harekete ne zaman girdiniz? Ülkücü derneklerde faaliyetleriniz nelerdir?
Şimdi biliyorsunuz ülkücü hareketin 1969 Adana kongresi dönüm noktasıdır. Adana kongresinde ülkücü hareket daha İslami bir yapıya doğru gitti. Rahmetli Nihal Atsızın daha fazla vurgu yaptığı milliyetçi tarafı, Başbuğ ile birlikte İslami ağırlığı da oluşmaya başladı. Şimdi öyle olunca bende 1970li yılların başında partimizi bulduk dedim. Aileme bizim partimiz bundan sonra MHP bizde ülkücüyüz dedim. Peki, bu nedir dedikleri zaman da; hemen 9 ışık kitabını örnek almıştım onu okumaya başladım. İşte 9 Işık şudur hedefi budur amaçları budur diye. İlk defa 9 Işık kitabını okuyarak ülkücü harekete adım attım. Bu süreç içerisinde ortaokul yıllarında kitabı okuyup anlatarak faaliyetler yaptık. 1971-72 yılında ortaokula girince de hem okuyoruz hem de kendi çapımızda çevremize anlatıyorduk.. 1973-74 yılında Kaş’a Kalkan’a gelenler, oradaki arkadaşların örgütlenmesi, onlarla iş birliğini geliştirme yönünde bize görevler düşüyordu onları yapıyorduk. Ne zaman İzmir İmam Hatip lisesine gittik o zaman ülkücü harekete sahip çıkma ihtiyacı duyduk. İzmir o dönemde ülkücü hareketin en zayıf olduğu yerlerdi. O zaman dedik ki biz burada kuruluşlara destek olalım. Hatta bazı arkadaşlarımızla 1975 -76 döneminde Hatay semtinde Ülkü Ocaklarının kuruluşunu gerçekleştirdik.
Hatta Hatay semtindeki ülkü ocaklarını kurşunlamışlardı ve biz buna rağmen hiç geri adım atmadık. Ülkücü hareket içinde elimizden gelen her şeyi yapmaya çalıştık. Yani ülkücü harekete bizim girişimiz 1970li yılların başıdır. 1974 -75 döneminde ise daha aktif bir hayata doğru gider. Arkasından Devlet Bahçeli (o dönemde Gazi Üniversitesindeydi Sayın Genel Başkan) Kaş’a geliyor. Viyana da okumaya başladığım dönemde de 78 den sonra yazları hep kaşa geliyordum. Hatta Gazi üniversitesinden prof. Dr. Ahmet hocamızda yanındaydı. Devlet bey ‘’burada ülkücü gençler var mı?’’ demiş. Arkadaşlarda bizi önermişler. Bizimle tanıştı. İki veya üç gün orada kaldı daha sonrada başka yere gitti. Hatta üniversitedeki ülkücü hareket hakkında bilgi almış olduk. Ve Ondan sonraki süreç içinde de biz yurt dışında ve yurt içinde ülkücü hareketle birlikte devamlı faaliyetlerde bulunduk. Elimizden ne gelirse yapmaya çalıştık. Viyana da okurken ülkücü hareketin bütün faaliyetlerine orada da devam ettik. Bunun o dönem en önemli tanıklarından birisi de Avrupa ülkücü hareketi organize eden sizin çok iyi tanıyacağınız biridir. Türkmen Onur Bey o dönemden zaten bizi tanır. Biz oralarda da ülkücü hareketi temsil etmeye çalıştık. Üniversitemizde arkadaşlarımıza sahip çıkmaya çalıştık. Türkiye’nin geleceğiyle ilgili olumlu katkı sağlayabileceğimiz hangi alan varsa bu alanlarda öğrenci olarak elimizden geleni yaptık. Konferanslar düzenledik. Türkiye’nin tanıtımına katkı sağladık. Bizim ülkücü hareketin başlangıcından yani 42 yıllık davadan bahsediyorum. 70li yılların başından beri biz bunun içindeydik. Fakat ben şöyle bir noktadayım; kim eski kim yeni ülkücü? Yeni ülkücü olur mu olmaz mı? Gibi soruları yanlış buluyorum. Ben ülkücülerin kıdemlisi ya da az kıdemlisi olabilir diyorum. Buna bakacak olursanız ben kıdemli ülkücüler arasında yer alabilirim diye düşünüyorum. Çünkü benim kıdemim oldukça eski ama yeni arkadaşlarımızda onlarda benim kadar ülkücü olabilirler. Biz zaten hiç kimseyi ayırmayız ve herkes ile birlikte yola devam edeceğiz.
Muzaffer kılıç: Ülkücü iseniz AKP’yi neden tercih ettiniz?? AKP den neden ayrıldınız?
Şimdi siyasete girmek zamanlama meselesi buna zaman karar verir. Ben 1988 -89 döneminde rahmetli Özal iktidardaydı ve onun odalar birliğiyle çok iyi ilişkileri vardı. Hatta Yusuf Bozkurt Özal, abime söyleyelim ‘siyasete girmek ister misiniz’ diye bana söylediği zaman, ben ona şunu söylemiştim; (bunun canlı şahidi şu anda Ankara da yaşayan o dönemde Kale Grubunda Ankara koordinatörü olan Mahir Gürsoy dur) şu anda siyasete girmek istemiyorum. 50 yaşında siyasete girmeyi düşünüyorum. Çünkü ülkeme katkı sağlamak istiyorum. Siyaset yapmak için siyasette olmak istemiyorum. Birikimlerim belirli bir seviyeye gelir, hem Türkiye de hem dünya ölçeğinde tanıdıklarımla Türkiye’nin önünün açılması yönündeki faaliyetlerimle katkı yapacağıma inanırsam o zaman siyasete girerim demiştim. Yaşım o zaman 29du. Tabii Allah dağına göre kar verir. Sizin duanıza niyetinize göre de size yol açar. Allah’ın Kuran-ı Kerim’in de koyduğu ölçüler dâhilinde değişmeyen kuralları vardır.
Kur’an-ı Kerimde diyor ki ‘’(…)Allah’ın sünnetinde değişiklik göremezsiniz.’’ Yine başka bir ayette diyor ki ‘’(…)Kim Allah’tan korkarsa Allah ona öyle bir kapı açar ki ummadığı yerden rızıklandırır’’. Şimdi siz bir dilek tutuyorsunuz, diyorsunuz ki: Allah nasip ederse ben elli yaşında siyasete girmek istiyorum ve bunu da samimiyet içerisinde söylüyorsunuz. Amacınız da belli; Ülkeye hizmet etmek. Ben geliyorum kırk sekiz yaşına bir olay oluyor 27 Nisan bildirisi, 2007 yılında. Eşime diyorum ki: Bundan sonra ki süreçte Türkiye de siyaset farklı olabilir. Bizim de siyaset arenasında olma zorunluluğumuz olabilir. Onun için siyasete girme isteğim var. Ben de zaten dua etmiştim yirmi dokuz yaşındayken, elli yaşında siyasete gireceğim demiştim.
Şimdi geldiğimiz noktada kırk sekiz yaşındayım ikinci seçim ise elli iki yaşında olacak. Elli yaşında seçim yok. Demek ki bu dua doğruysa Allah’ta kabul etmişse biz yavaşça siyasete adım atabiliriz diye bir konuşma geçti aramızda. Ama bir bakalım dedik.
Allah’ın büyüklüğü kendisini her tarafta gösterir. Benim bu kadar kısıtlı imkânlarıma rağmen ben dünyanın en iyi üniversitelerinde okudum. Bu Allahın yardımıyla oldu. O beni Viyana’ya götüren aile beni durup dururken Viyana’ya götürmüş değil. Bir Müslüman buna sebep oldu. O aile Hitlerden 1944 yılında kaçarken bir Müslüman aile o aileyi bir hafta samanlığında saklamış. Onun için de aile beni 1975 yılında Türkiye’de tanıdığı zaman Müslümanlara olan o sıcaklığı hissediyor. İşte Allah böyle hazırlıyor insanların geleceğini. Bosna Hersek’de ki o Müslüman aile 1944 yılında yardım ediyor. Yine bu aile Müslüman olmamasına rağmen 1975 yılında bana yardım ediyor. Bizim ilişkilerimiz bu aileyle böyle devam ettiği için 1992 yılında ki Bosna Savaşı sırasında 19 tane Müslümanı (aralarından birisinin adı da Yusuf’tu) Viyana’ya davet ediyor, onlara iş buluyor. Şimdi sizin olumlu katkılarınız ve olumsuz katkılarınız her zaman neticesini veriyor. Allah ya size bir kapı açıyor ya bir kapı kapatıyor. Duanın temizliği ölçüsünde size bir netice gelir. Kabul edilmeyen dua yoktur aslında dua red ediliyorsa sizde bir hata vardır yoksa Allah’ta bir hata yoktur. Allah zaten duaları kabul eder.
Sayın Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN çeşitli gruplarda bir davet listesi oluşturmak istiyor seçimi kazanabilmek için. Beni de ülkücü hareket içerisinden 2 dönem rektörlük yapan birisi olarak (çünkü ben o tarafımı söylemedim aynı zamanda 2006 yılında Üsküp Uluslararası Balkan Üniversitesi’ni kurduk Kurucu Rektörlük yaptım) beni de davet listesine almak istiyor ve böylece ben o 20 kişinin arasına alınıyorum. Bunlar arasında ülkücü hareketten, sosyal demokrat yapıdan, liberal yapıdan, diğer alanlardan gelenler var böyle bir grup oluşturuldu. O grup içersinde ben de davet edildiğim için o partide milletvekili oldum. Ama ben şunu yapmadım “ben ülkücü değilim demedim” ülkücü olduğum için oraya davet edildim zaten. Milliyetçi hareket partisi beni aynı dönemde davet etti de ben mi gelmedim? Öyle bişey yok! MHP beni davet etmiş olsaydı (zaten benim ettiğim duanın da paralelinde ben siyasete o yaşlarda girmek istemiştim, daha önce girmek istememiştim) ama davet edilmediğim için ben de dedim ki bu dönemde iktidara daha yakın bir parti iktidar partisini öğreneyim. İktidar içerisinde ülkücü harekete nasıl yardımcı olabilirim? bunu bir görelim.
Ülkücü hareketi benim hedefim iktidar yapmak. Hedefim muhalefette tutmak değil. Bu yüzden de işe iktidar tarafından başlanmasını daha mantıklı olduğunu düşündüğüm için orada oldum. Fakat mücadeleyi de elden bırakmadım. Ülkücü harekete zarar verebilecek, ülkücü camianın hissiyatına olumsuz yönde etki yapabilecek her türlü hareketin içerisinde ben milletvekilliğini de riske atma pahasına (çünkü benim hedefim milletvekili olmak değil, bir misyon sahibi olmak) dikkat ettim. Benim seviyemde ki bir kişi artık milletvekilliği ile uğraşmaz, misyonla uğraşır, hedefle uğraşır. Ben hedefe kilitlenmeyi seven birisiyim. Hedefe kilitlendiğim için de bu millete hizmet etmek. Üç hilalin H harfleriyle başlar. Üç hilalin her bir H’sine bir anlam yüklemeye çalışırım. Heyecan derim, hareket derim, hizmet derim. Milliyetçi Hareket Partisinin ortasındaki, hareket H’dir. O zaman o üç hilalin ortasındaki hareket de H’dir. Ama bunun çevresinde bir tarafında heyecan olacak, bir tarafında hizmet olacak.
Heyecan hizmetsiz olmaz, hizmet heyecansız olmaz. Ama hareketin de bunun tam ortasında bu işleri götürecek, hizmetle heyecanı birleştirecek bir noktada durması lazım. Onun için de ben iktidar tarafında milletvekili olmakla bir risk görmedim. İki sebebi var, birincisi Milliyetçi Hareket Partisi belirli kişilerin dışında milletvekili kabul etmeme yönünde bir çaba içerisindeydi, ikincisi de bana davet gelmemişti. Neticede biz girdik AKP’ye ve orada başta beni Ekonomik İşler Başkan yardımcılığına getirdiler. Avrupa Birliği Uyum Komisyonu üyeliği ve başkan vekilliği birde Avrupa Birliği Komisyonu yanında Karma Parlamento Birliği görev aldım. Aktif bir faaliyet içerisindeyken Başbakan bir gün bu açılım sürecini başlattı. 2008 döneminde yavaşça açılım sürecine giden bir gelişme oldu. Biz o zaman dedik ki Başbakan’ın söylemlerinden birsi şuydu; Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığında herkesi birleştireceğiz. Biz dedik ki vatandaşlık kimlik değildir, vatandaşlık bir üst haktır, kavramdır ama kimlik değildir. Bir kimliğe sahip olan bir vatandaş 5 tane vatandaşlık sahibide olabilir. Alman vatandaşı olabilir, Fransız vatandaşı olabilir, Türk vatandaşı olabilir ama Türk’tür, Fransız’dır veya Almandır. Biz bunun yanlış olduğunu söyledik. Ayrıca bu Habur benzeri görüntüler döneminde de biz reaksiyonumuzu net gösterdik. Dedik ki; bu gidişat yanlıştır, bu gidişatın böyle olmaması lazım. Arkasından anayasa değişiklik sürecine gidildiği zaman meşhur 8. Madde vardı anayasada ve AKP de kendine çok güveniyordu, fire vermeyiz diye. Bizde AKP içerisindeki arkadaşlara dedik ki, bu 8. Madde çok tehlikeli, bunun vebalini taşıyamayız. Biz ülkücü hareketten gelen ve sorumluluk sahibi olan bir milletvekiliyiz. Bu maddeyi düşürmemiz lazım ve 20ye yakın arkadaşımla konuştum. 13 veya 12 arkadaş gizli oylama olduğu için karşı oy verdi ve bu madde 327 ile düştü. Şimdi bunlar olurken ben ilk seçildiğim gün, Sayın Devlet Bahçeli’ye genel başkana gittim; sizin gibi aynı hissiyatlara sahip olan bir kardeşinizde, bir milletvekilinizde şu anda AKP içerisinde. Ne zaman bana ülke için bir görev düşerse ben bunları yapmaya her zaman hazırım diye kendisine söyledim. Bunu kendisi de biliyor. Aksi halde beni istifa ettikten sonra MHP’ye almaz ki. Siz Devlet beyin tavrını biliyorsunuz. Ben istifa ettikten bir hafta sonra MHP’ye girdim. Bu giriş bir hafta içerisinde olan bir giriş değil ki. Bunun bir gerisi bir geçmişi var. Onun için de ben bağımsız bir hale gelince hemen yerim yuvam MHP’dir diye bana gelen daveti kabul ettim ve MHP’ye girdim. Ama bu girişten önce 21 Ocak 2011 tarihinde çok net bir açıklama bir basın toplantısı yaptım. Bu basın toplantısında dedim ki; ‘’Türkiye iyi yere doğru gitmiyor, Türkiye’yi kim böldü de şu anki Başbakan bütünleştirmeye çalışıyor. Bu bir bölücülük hareketidir, bu hareketin karşısında biz durmalıyız’’. Çok net 2 sayfalık bir açıklama hazırladım ve basın marifeti ile bu açıklamayı da duyurdum. Daha sonra 28 inde MHP’ye girdim ve işlemler yapıldı. Şubat başından itibaren grupta görevler almaya başladım ama benim şu anda geldiğim yer yuvamdır. Şimdi namazın seferi hallerinde farzlar yarıya indirilir Allah buna müsaade etmiş ama asli vatanımızda farzlar yarıya inmez farzları tam kılarsınız. Şu anda MHP benim yuvam, ben asli yerindeyim ve görevlerimi AKP içerisinde ki gibi yapamam. Benim, görevimi ülkücü hareketin 42 yıllık beklentisine cevap verebilecek şekilde yapmam lazım. O beklentide nedir? Türkiye’nin bu kadar hassas olduğu bir dönemde iktidardır.
Muzaffer Kılıç: MHP size kucak açtığı halde neden MHP’yi acımasızca eleştirdiniz?
Benim ne hedefim, ne de amacım MHP’yi eleştirmek değil, MHP’nin iktidara gelmesi için hep birlikte, ülkücü hareketle birlikte yapılması gerekenleri yapmak. Bu millete daha iyi hizmet edebilmek. Burada ben eleştiriyle uğraşmadım. Ben bu parti nasıl iktidara taşınabilirle uğraştığım için insanlar bunu eleştiri gibi algıladı.
Örnek; şehit aileleri bizim son derece hassas olduğumuz konulardır. O aileleri ziyaret etmek, onların ruhlarına Yasin okumak, bir Fatiha okumak, gittiğim zaman bunları görmek istiyorlar diye yapmıyorum, ben. Bu benim görevim diye yapıyorum ve bunları da yapmak zorundayım. 19 Ekim 2011 tarihinde 24 şehidimiz olmuştu. Onun için 22 Ekim 2011 tarihinde Kırıkkale, benim danışmanımda yanımdaydı, bir arkadaşım da yanımdaydı. Kırıkkale, Kırşehir ve Nevşehir’e bir gezi düzenledik ve arkasından da, kayınpeder Kayseri ‘de olduğu için Kayseri’ye gidelim dedik. Yolda da ülkücü teşkilatla birlikte yani MHP teşkilatı ile birlikte şehit cenazelerini ziyaret edelim dedik. Böyle bir program yaptık. Nevşehir’e vardığım zaman benim hakkımda ihraç kararı geldi. Biz orada iktidara gelmekten başka bir şey söylemedik. Biz bu partiyi nasıl iktidara taşırız. Bu parti %13’lerde kalamaz, bu partinin %35-40’lar arasında potansiyeli vardı ama %13’lerde kalıyorsa bir yerde bir yanlış yapılıyor, bu yanlışı bulalım istiyorum. Benim sorularım hep böyle oldu. Sorularım MHP’yi eleştirmek, MHP ile uğraşmak değil. Benim derdim. MHP’yi daha iyi noktaya taşımak. Bunu daha iyi taşıyabilecek bir Genel Başkan varsa, genel başkanın da bunu kamuoyuna göstermesi gerekir. Bizim dediğimiz bu. Onun için ben genel başkanlığa aday olurken de şunu diyorum ben daha iyi bir MHP oluşturabilmenin iddiasıyla genel başkan adayıyım. MHP’yi eleştirmek için genel başkan adayı değilim. Eleştirilerle uğraşmıyorum. Yapılacaklarla, yapmak istediklerimle uğraşıyorum. Hayatımda hep böyle oldu. Dedikoduyla hareket etmem ve dedikoduyla hareket edebilecek bir insan disiplinli olmaz. Ben disiplinli ve dengeli birisiyim ama genel başkan bana disiplinsiz ve dengesiz derken yanlış bir tespit yapıyor. Kendisi beni MHP’ye davet etmiş ve kendisi milletvekili listesine koymuştur. Çok daha ileri gidiyor ve beni MHP camiasına hedef gösterip diyor ki; içimizdeki siyasi mayındır, pimini çekelim ve patlatalım. Nerede yaşıyoruz hocam? Demokratik bir ülkede, davet ettiğiniz bir milletvekilini siz hedef gösterebilir misiniz? Sayın Genel Başkan bunu da hedef gösterdi yanlış olan budur. Benim eleştiri diye bir gündemim yok zaten. Benim gündemim MHP’yi iktidara nasıl taşırız?
Serdengeçti ile ilgili bir kaç şey söylemek istiyorum. Başbuğ ve Serdengeçti ekseninde bir ülkücü eğitiminin hasretini duyuyoruz. Yani hem manevi değerlerine bağlı, hem de milli değerlerine bağlı bu ekseni rahmetli Başbuğ ile Serdengeçti bize çok güzel aksettirmişti o dönem. Biz bunu görmek istiyoruz şuanda.
Muzaffer Kılıç: Sayın İrbeç, Genel Başkanlığı kazanacağınıza inanıyor musunuz? Ülkücü taban, ülkücü irade, ülkücü delege size neden oy verecek? Niye versin ki?
Kurtuluş savaşı sırasında bir aile başka bir yere gitmek için dağdan geçiyor. Bir kişi, bir grup dağdan geçiyor, fakat gideceği yerin kaç kilometre olduğunu ne kadar uzun olduğunu tam kestiremiyor. Dağda çobanlara rastlıyor, çobanlara soruyor ki oraya ne kadar da gidebiliriz. Çoban böyle kafasını sallıyor, sanki cevap vermek istemiyor, o grupta kızıyor diyor ki bu çoban da bir şey bilmiyor diyor, yürümeye başlıyorlar. On adım attıkları zaman çoban sesleniyor ; “bir durun bakayım, siz oraya iki saatte gidersiniz.” diyor. Yahu az önce sorduk neden cevap vermedin diyor grup. Biraz önce yürüyüşünüzü görmedim de onun için cevap vermedim diyor. Şimdi yürüyüşünüzü gördüm diyor. Onun için ne kadar zamanda gidebileceğinizi gördüm diyor. Şimdi Bir insanın yürüyüşünü görmeden, bir insanın geçmişteki yaptıklarını analiz etmeden geleceğe bakmanız zordur. Ben ülkücü harekete bir görünüş çizmek istiyorum, bir gelecek vadetmek istiyorum. Diyorum ki benim geçmişim bu. Ben hem ülkücüyüm, hem muhafazakârım hem de bütün aldığım görevleri en başarılı bir şekilde yapmış birisiyim. Bu yükün altından da ben kalkarım. Bu önemli bir sorumluluktur, önemli bir yüktür. MHP’yi iktidara taşımaya 25 yaşında, 30 yaşında talip olmuyorum. Siyasete girişim de benim 48 yaşında. Kendimi potansiyel olarak hizmete hazırlamışım. Hizmet ve başarıya odaklı birisiyim. Onun için de burada benim MHP’yi iktidara taşıyabilir miyim diye zerre kadar bir ne endişem ne de bir şüphem var. Yeter ki bir güven oluşsun, yeter ki o güveni ülkücü hareket bize versin. Bizde aynı şekilde bu güveni göstermek zorundayız. Şu anda duruşumla, geçmişimle, hareketlerimle ben bunu göstermeye çalışıyorum. Ben milletvekili hırsı içerisinde biri olsaydım, AKP’de milletvekilliğini tehlikeye atıyor muyum, atmıyor muyum sorusunu sormak durumunda kalırdım. Öyle bir soru sormadım ve ben garanti alarak da AKP’den istifa etmedim. Ben AKP’den istifa ettikten sonra MHP’den bana davet geldiği için o davete icabet ettim ve burada da şuan da bir eksiklik görüyorum; MHP mensupları iktidar istiyor, iktidara ulaşamıyor. Onu da biz başaracağız başarıdan da şüphe etmiyorum.
Muzaffer Kılıç: Sayın İrbeç, Genel Başkan seçildiniz partide nasıl bir lider portresi çizeceksiniz? Ülkücü hareket ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin şu anda en önemli sıkıntılarından bir tanesi demokrasi içinde anti-demokratik çalışmaların her an görülmüş olması. Partiyi ele geçiren insanlar ve partiyi ele geçiren liderler o partiyi senelerce vermek istemiyor. Ben ise parti başkanlığına odaklanmış birisi değilim. Başarıya odaklanmış, demokrasinin çalıştırılmasına odaklanmış ve peygamberimizin bize öğrettiği müşavereye odaklanmış birisiyim. Müşavere danışmaya o yüzden tek başıma hareket etme yönünde iradeyi ortaya koymam. Bu bir grup hareketidir, beraberce istişare edilir. Ama burada tabanın sesini dinlemek, ülkücü hareketin sesini dinlemek, bu ülkücü harekete hizmet etmiş olan insanların hak ettiği yerlere getirilmesine katkı sağlamak benim görevim.
Muzaffer Kılıç: Bu kongrede MHP’nin tarihinde ilk defa aday enflasyonu yaşanacağı söyleniyor ve o şekilde de gözüküyor. Bu da mevcut Genel Başkanın şansını yükseltmiyor mu?
Burada aslında genel başkanlığa çıkan herkesi herhangi şekilde ekarte etme politikası şuana kadar uygulanmış. Ne zaman ki beni de ekarte etme politikası genel başkan adayı olur diye başlayınca biz dik duruşumuzu özellikle hiç bozmadık. Bu genel başkanda olsa, başka biriside olsa hukukun işlemesidir. Önemli olan iktidara talip olan insanların iktidar özlemini karşılamaktır. Bunun için biz mücadele ettik. Bunun için dik durduk. Dik durduğumuz ölçüde de ülkücü camiaya bir mesaj verdik. Dedik ki artık herkes aday olabilir. Aday olmak aday olanları ekarte edecek bir dönemi geride bırakacak bir alt yapıyı oluşturuyoruz. Sayın Devlet Bahçeli komisyonlardan beni attırdı ve Sayın Devlet Bahçeli benim partiden atılmam için emir verdi. Hukuksuz bir şekilde emir! Şimdi burada örnek olarak ben o emri özellikle okumakta istiyorum.
Bakınız hem İslam geleneklerine, İslami duygulara, İslami hassasiyetlere sahip çıkmak isteyeceksiniz, hem de milli hassasiyetlere sahip çıkmak isteyeceksiniz ama demokrasiyi çalıştırmayacaksınız. Bunlar birbirleri ile çelişen şeylerdir. Şimdi beni disiplin kuruluna sevk edebilir Sayın Devlet Bahçeli. Ama sevk ederken adaletli olmak zorunda, hak yememek zorunda. Benim bir hatam varsa bu hatayı ortaya çıkartmak zorunda ama gelin görün ki durum böyle değil. Merkez Disiplin Kurulu Başkanlığına 22.10.2011 tarihinde bir yazı yazıyor. Sayın Devlet Bahçeli bu yazıda emir veriyor ve Milliyetçi Hareket Partisinden kesin olarak ihracına karar verilmesini rica ederim diye bitiriyor. Şimdi demokratik bir ülkede kanunların anayasanın işlediği bir ülkede bir genel başkan bir partili milletvekilini, hem de milletin seçtiği, kendinin aday gösterdiği, partili milletvekilini, partiden atmak için emir veremez. Hukuk devletinde yaşıyoruz ben hukukun Milliyetçi Hareket Partisine tesis edilmesi için uğraşıyorum. Ben aday sayısı artmasından hoşnudum ve bir demokrasi şöleni yaşansın istiyorum. Benden daha iyi birisi iktidara taşıyabilecekse bu partiyi, insanlar ona oy verir, ama benim iktidara taşıyacağıma inanıyorsa bana oy verir, ama ben şunu iddia ediyorum. Hem yurt içinde hem de yurt dışında Milliyetçi Hareket Partisi misyonunu en iyi şekilde tanıtabilirim ve temsil edebilirim. Beraber temsil edebiliriz diye düşünüyorum.
Muzaffer Kılıç: Türk siyasi hayatında siyasi dedikoduların başında şöyle bir şey gelmekte. Ülkemizde bazı cemaatlerden, ülke içindeki belli guruplardan, ülke dışındaki belli guruplardan, belli merkezlerden icazet alma, bir yerlerin adamı olma, bir yerlerin uzantısı olma gibi genel başkanlığa aday olurken hep söylenir. Sizde böyle bir yerlerden icazet mi aldınız da çıktınız?
Bir defa ülkücü hareketin ülkücü camianın inisiyatifine hareketine kimsenin ipotek koymasını biz hazmedemeyiz. Ülkücü camia bir kere birinci planda Türk milletinin geleceğini Türk milletinin hassasiyetlerini ön planda tutar. Ama aynı şekilde hem milli şuur ile hem de manevi bir şuurla birlikte hareket eden bir camia bu camianın bir temsilcisi olarak bu camiayı iktidara taşımak isteyen bir lider adayı olarak benim yapmam gerekende bir yerlerden icazet almak değil gerçekleri olduğu gibi analiz etmek. Cemaatler Türkiye’nin bir gerçeğidir. Uluslar arası ilişkilerde Türkiye’yi en iyi şekilde temsil edebilmek, Türkiye’nin menfaatlerini en iyi şekilde koruya bilmek te başka bir sorumluluktur. İşte bunları göz önüne alarak ben uluslar arası alanda etkin olmaya çalışıyorum. Ben komisyon üyeliklerinden haksız olarak uzaklaştırdıklarını sormadım. Çünkü ihraç davası baştan sona kadar tutarsızlıklarla dolu bir dava, buna rağmen ben sorgulamaya gitmedim. Ne yapabilirim diye düşündüm. 22 ekim 2011 tarihinde beni disiplin kuruluna verdikleri zaman ben 31 ekim 2011 tarihinde, Küresel Hareket Parlamenterleri icra kurulu üyeliğine seçildim. Bin üç yüz parlamenterin seçtiği on dört icra kurulu üyesinden biriyim. Aynı zamanda Dünya Barış ve Demokrasi Gurubu o Küresel Hareket Parlamenterlerinin başkan yardımcısıyım. Buralarda niçin bulunuyorum? Türkiye’yi dünya gündeminde en iyi şekilde temsil edebilmek için bulunuyorum. Birleşmiş Milletlerdeki toplantılara katılıyorum. Haziran başında yine Birleşmiş Milletlere gide cem. Diğer bir taraftan bütün ülkelerin milletvekilleriyle irtibat halinde bulunuyorum. Niçin çünkü ülkemi daha iyi temsil edeyim diye. Milliyetçi Hareket Partisinin yurt dışında yanlış anlatılmasına bizim gönlümüz razı olmaz. Biz bu insanların ırkçı değil kültürel milliyetçi bir tabandan geldiğini bu dünyaya haykıra bilmemiz lazım ve bizim Çin Seddi’nden Adriyatik Denizine kadar olan bu bölgede Türk dünyası ile irtibatımızı iyi sağlaya bilmemiz lazım.
Muzaffer Kılıç: Şu anda gündemdeki yeni anayasa çalışmaları ile ilgili çok kısa neler söylemek istersiniz?
Türkiye çok kritik önemli bir noktada New York’tan veya Washington’a buradan gidişle, Tokyo’ya gidiş arasında bir fark yok. Dünyanın tam ortasında bir yerdesiniz. Ve Avrupa yanınızda bütün enerji kaynaklarının %72 si bu bölgede çok stratejik noktadasınız. Böyle stratejik bir yerde olduğunuz zaman elbette ki farklı bir politika izlemeniz gerekiyor. Bu insanların menfaatlerini koruya bilmek için iyi bir satranç ustası olmanız lazım. İyi bir politikacı olmanız lazım. Onun için kendimi pişirmeye çalıştım. Yıllarca siyaseti yakından takip ettim. Hem dış politika uzmanıyım. Hem de ekonomi uzmanıyım. Bu bilgilerimi burada bu milletin geleceği için kullan bilmek için bütün alt yapıyı hazırlamak birinci görevimdi. Bunu yapmaya çalıştım. Şimdi ise bu hazırlanan alt yapı üzerinde bu arkadaşlarımla ve bu davaya gönül vermiş ülküdaşlarımızla birlikte bu ağır görevi omuzlamak zorundayız. Bu ağır görevi omuzlar iken de birinci hedef Türkiye’nin bağımsızlığını dışarıdan gelecek etkileri azaltarak veya sıfıra yakın bir noktaya getirerek korumaktır. Yani şöyle birşey yapamayız. Sıfır sorunla başlayacaksınız. Dış politikayı sırf sorun haline getireceksiniz. Sıfır sorun gelmiş sırf soruna. Şimdi anayasada biz efendim problemleri ortadan kaldıracağız derken daha problemli bir anayasa yapmayı engellememiz lazım. Bunun içinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bölünmez bütünlüğünü en hassas biçimde koruyacak bir anayasa çalışmasının yapılması gerekiyor. Şunda herkes hem fikir bu anayasa 12 eylül anayasası değişiklikler olmuş vs. değiştirilmesinde de herkes hem fikir ama değiştirecem derken Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü ve Türkiye’nin hassasiyetlerini rencide edecek bir noktaya getirmemek lazım. Bunun üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Ve anayasanın kopyacılık usulü ile yapılamayacağına inanıyorum. Her ülkenin kendine özgü kuralları kendine özgü şartları vardır. Örnek olarak ben insan haklarından bahsediyorsam ilk önce Fatih Sultan Mehmet’in insan hakları konusunda azınlıklara verdiği o beyannameleri, o beyannameleri okuyarak bir defa bu güne aksettirmem gerekiyor. Bu insan hakları evrensel beyannamesinin özünü çünkü o daha sonra yazılan insan hakları evrensel beyannamesinden çok daha gelişmiş şeklidir. Bunu görebilmen lazım, bunu göstere bilmen lazım, bunu içinde tarihine saygılı ama taklitçi olmayan bir anayasa çalışmasının zaruretine inanıyorum. Onun içinde böle bir çalışmayı her an desteklemenin gerekliliğini de görüyorum.
Muzaffer Kılıç: Başkanlık sistemiyle ilgili çok kısa olarakta görüşünüzü alabilir miyim?
Biz günlük değişimlere göre siyaset yapamayız. Bu milletin arzuların gelişmesi yani demokrasinin gelişmesi neyi gerektiriyorsa bu konuda halk ile birlikte karar verilir. Ama bu halkın gündemini yönlendirerek böyle bir karar verdirilmesini sağlamak asla demokratik değildir. Şimdi Türkiye bazı konuları hiç tartışmadan birileri bir tez ortaya atıyor ve bu tez hemen arkasından yürürlüğe konulmaya çalışılıyor. Bu aslında üniversitelerde tartışılması, düşünürler tarafından tartışılması, gazete köşelerinde tartışılması, milletin bu konudaki tepkilerinin alınması gerekirken, şuanda başkanlık tartışması bir kişinin cumhur başkanlığına endeksli olarak yapılıyor. Böyle bir değişim hiç bir zaman sağlıklı olmaz. Kişilere göre endeksli değişim yapamazsın. Biz millete endeksli değişim yaparız. Değişim onur ister.
Muzaffer Kılıç: AKP iktidarının Yaptığı özeleştirmelerle ilgili olarak çok kısa bir bilgi verebilir misiniz?
Özelleştirmelerden toplam gelen para yüz milyar doları bile bulmuş değil. 50milyar dolarlar civarında bir para geldi. Fakat en kritik noktalarda şu anda başkalarına bağımlı olma tehlikesi var. Herkesin konuştuğu acaba dinleniyor muyum kuşkusu var. Telekomünikasyon özeleştirilirken elbette ki bizim hassasiyetlerimizin olması lazım. Çünkü dünya çok hızlı değişiyor. Ve bunu Başbakanın kendiside yaşıyor. Dün sarmaş dolaş olduğu bir devlet başkanı ile Suriye devlet başkanı ile bu gün konuşmaz hale geldiler. Savaş noktasına geldiler. Böyle bir durumda efendim bugün sistem iyiydi hemen özelleştirelim telekomünikasyonu da şunlara verelim mantığı yanlıştır. Siz mutlaka stratejik sektörlerde kontrolü elinizde tutmanız lazım. Bunu bu hükümetin özelleştirme politikalarında göremedik ve bazı kesimlere sanki para aktarma yöntemi gibi algılamak diyorum. Bu özelleştirme politikası bizi çok rahatsız ediyor. Bir stratejik yöntemlerin konumu, telekomünikasyon, milli savunma gibi, ikincisi de senelerin birikimini emlak satar gibi satma alışkanlığından vazgeçmemiz gerekiyor.
Muzaffer Kılıç: son olarak ülkücü camiaya, MHP tabanına sizin özellikle söylemek istediğiniz neler var?
Ülkücü camianın olmazsa olmazlarından bir tanesi olup, böyle kritik bir dönemde Türkiye’nin iktidarını ele almaktır. Bunun mücadelesini vermektir. Biz denge partisi algılamasından kurtulup bu milletin geleceğine yön veren bir harekete dönüşme zorunluluğumuzu hep birlikte görmemiz gerekiyor. Bizim bu zorunluluğu görmemiz gerekiyor. Onun içinde hedef iktidardır. Hedef bu milletin adil bir yönetime, demokratik bir yönetime, katılımcı bir yönetime kavuşma arzusudur. Hedef hem yolsuzluğun hem haksızlığın ortadan kaldırılması hem de işsizliğin azaltılması meselesidir. Hedef alın teri kurumadan ücretini verin diyen o İslami felsefenin bütün insanımıza huzur içerisinde anlatılıp bunun hayata geçirilmesidir. Milletin kazandıklarını bazı guruplara transfer edilmesini hiç bir zaman anlayamam algılayamam. Millet kazanmışsa o millete geri verilmelidir. Bunun mücadelesi yapılır. Bizde iktidarımızda elbette ki bunun mücadelesini yapacağız. Bunun için birlikte çalışacağız. Bir elin nesi var iki elin sesi var atasözüne uygun olarak biz birlikten kuvvet doğar anlayışında yürüyen bir noktada olacağız.

Site İçi Arama

Twitter

© Prof. Dr. Yusuf Ziya İrbeç - 23. ve 24. Dönemler Antalya Milletvekili